20 Kasım 2011 Pazar

Hayata dair... Hergün birşey YARAT!

3 Kasım 2011 günü tekrar başlayan kemoterapi tedavim bu kez daha uzun sürecek bunu biliyorum... 
Bilemediğim bir çok şeyin arasında kendimi bu mücadeleye hazırlamaya çalışmam hiçte kolay olmuyor... Ama hergün uyandığımda bugünde 'AYAKTAYIM VE NEFES ALABİLMENİN KIYMETİNİ BİLİYORUM' diyorum kendi kendime..

Uykusuz geceler olabiliyor ama kendimi zorlamadan bir şeyler ile meşgul oluyorum, içimdeki küçük sanatçıya emirler yağdırıp 'yarat' diyorum, hergün bir şey YARAT! 

Hep hayalini kurduğum ve herzaman yaşadığım yerde küçükte olsa bir atölye masam vardı. Bir şeyleri boyadığım, kestiğim, değiştidiğim, dönüştürdüğüm , renkten renge ve bir şekilden bir başka şekile soktuğum ufak tefek şeylerim... deniz kabuklarım, iplerim, yünlerim, fırçalarım, kumaş parçalarım, tahta ve cam objelerim, tuvallerim ...

Aslına bakarsınız,günümüzden 500 -600 yıl önce her türlü hastalığın tedavisinde zamanın ilaçlarının yanısıra 'meşguliyet ile tedavi' uygulanırmış. O zamanın Darüşşifalarında (hastanelerinde) meşguliyet ile tedavi odaları varmış. Hastalar, kendilerine iyi gelen bir el işi ile uğraşıp huzur bulurlarmış.
Ne varsa eskide var diyesim geliyor...


Anlayacağınız benimde bir 'meşguliyet odam' var evde. Huzur bulduğum, kendimi tedavi ettiğim.

Kemoterapi tedavisi sırasında ilaçların yan etkileri olabiliyor. Bazen kitap bile okuyacak enerjiyi bulamıyorum kendimde ama bunların geçici olduğunu bildiğim için rahatlatmaya çalışıyorum kendimi... İyi hissettiğimde oturuyorum masamın başına ve inanın bana meşgul olduğum zaman daha çabuk üstesinden geliyorum sıkıntıların. 

Sizlere iyi gelecek bir kaç tavsiyem var; bunlar ne doktor tavsiyesi ne de psikolog ya da psikiyatrist tavsiyesi... 11 aydır tecrübe ettiklerimden yola çıkarak yazıyorum bunları...




  • İsteksiz bile olsanız, kendinizi meşgul edecek bir uğraş bulun.
  • Hiç dikiş dikmediyeseniz bile deneyin, boyalar ile oynayın, boncuk dizip bir şeyler yaratın. Deneyin.
  • Yün örerek ya da tığ işi yaparak hem elinizi hem zihninizi rahatlatın.
  • Maket yapın, yapboz ile oynayın. 
  • Fırçayı ya da spatulayı hiç elinize almadıysanız bile alın, çizin, boyayın, baskı yapın. Deneyin.
  • İş yaparken sevdiğiniz müziği dinleyin. 
  • İlginizi çeken herhangi bir işle uğraşın, bırakın elleriniz, zihniniz, duygularınız size yardım etsin, bir şeyler yaratın.
  • Yarattıkça ve uğraştıkça yaşam enerjiniz artacak, daha güçlü daha sağlıklı hissedeceksiniz, inanın bana.    
  
   Ruhunuza iyi gelmesi dileği ile...

2 Kasım 2011 Çarşamba

AÇIK MEKTUP – ‘Hamdım, pişiyorum, ...’ - Mevlana Celaleddin Rumi


AÇIK MEKTUP – ‘Hamdım, pişiyorum,...’   




29 Aralık 2010. İlk teşhis. Over kanseri. Erken evre tanısı.
30 Aralık 2010 İlk ameliyat.
11 Ocak 2011 İkinci ameliyat.
7 Şubat 2011  6 kür Kemoterapi tedavisi başlangıcı.
17 Haziran Kemoterapi bitiş. Sonuç iyi. 

17 Ağustos 2011 ilk genel kontrol. Sonuç iyi.
25 Ekim 2011 ikinci genel kontrol.
26 Ekim 2011 Tomografi ve PET Scan sonuç raporları: Karın içinde nüks ve metaztasa uyumlu. 

‘Hayat bir hediye’ adlı yolculuğum 29 Aralık 2010  tarihinde başlamıştı. Zor günlerim oldu ama bitti şimdi demiştim. Yeni hemde yepyeni gözlerle baktığım hayatıma pupa yelken açılmış ilerliyordum... Ailemin, ikizimin, dostlarımın, arkadaşlarımın ve ‘kıymetlilerim’ dediğim öğrencilerimin desteği ile...

26 Ekim 2011 de bir başka gerçek ile yüz yüze kaldığımda  ilk defa isyan ettim, ilk defa ağladım. 

Tekrar ve daha uzun sürmesi planlanan bir başka kemoterapi tedavisine zaman kaybetmeden başlanmalıydı. Allahsız, edepsiz bir tümör yakama yapışmış bırakmıyordu beni.

Ağzımdan ilk çıkan sözleri bağıra bağıra söylememe rağmen duymamışım. Sonra söylediler.

‘Biri gelsin bunu bana açıklasın!!!’

‘Susturmayın beni! 10 aydır ilk defa ağlıyorum’ dediğimi hatırlıyorum.

Hayatta bazı şeylerin açıklanmasının ne kadar da zor olduğunu ya da belli bilimsel söylemlerden ileri gidemediğini o gün öğrendim.

Bu yolculuğa herşeye rağmen devam edebilme gücünü hissetmek istiyorum...


Saksıya ektiğim maydonozları belki bir haftadır hiç sulamadığımı fark edip baktığımda gördüm ki boy atmışlar, yapraklanmışlar...
İşte böyle bir şey yaşamak dedim kendi kendime,
Hayat durmuyor! Bazen ‘kendinde’ durduğunu düşünsen bile durmuyor... asla durmuyor...

İnsanlar doğuyor, ameliyat kapısında bekleyenlerin acısını görüyorsun, sokakta hiç tanımadığın bir adamın senin yüzünde ki endişeyi hissedip iç çektiğini sonra dönüp parkta umursamazca oynayan bir çocuk görüyorsun, öte yanda depremde kardeşlerin ölüyor ama sen hala dil -din - ırk ayırıp birilerini düşman belliyorsun, başına bir felaket geldiğinde aynı Tanrıya, yüreğinde ki, dışında ki her nerdeyse orda ki Tanrıya yalvarıp yakarıyorsun... O sırada biri en alt katta ameliyathanede  masada gözünü kapıyor, başka biri açıyor... güneş her ihtimalde doğuyor!

‘Adam gibi’ acıları, ağrıları oluyor insanların. Şahitlik yapıyorsun onların kuytulardaki kederlerine. İçin ağlıyor, ama birbirine yardım ediyorsun. Bir bakış bazen bir hayatı bitirirken, bir başka bakış bir hayat veriyor. Elele durdukça güçleniyorsun. 

Yarın 3 Kasım 2011 Perşembe. Kemoterapi tedavim başlıyor ve ben bu kez 2. cephede savaşa çıkıyorum.
Komutan yine benim, askerlerim ve ben yorgunuz ama umutlu...

Hepiniz Allaha emanet olun.
Hakkım varsa da hakkınızı helal edin.

Daima ‘Aşk’, İnanç ve Kardeş hayatlarla,
ahu.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Müziğin tedavi gücü - Müzik ile tedavi bilimsel destek







Müziğin Tedavi Gücü 
Müziğin psikolojik rahatsızlıklar üzerindeki tedavi edici etkisi ilk çağlardan bu yana bilinen bir yöntemdir. Osmanlılarda müzikle tedavi en parlak dönemlerinden birini yaşamıştı. Orta çağda ve batılı ülkelerde ruhlarına şeytan girdi diye akıl hastaları, insanlık dışı ağır işkencelere maruz bırakılırken Sultan 2. Bayezit Edirnede 1488 de mimar Hayrettin'e inşa ettirdiği külliyenin darüşşifa (akıl hastanesi) bölümünde hastaları müzik'le tedavi ettiriyordu.


Müziğin tedavi gücü, aslında Osmanlı Türk ruh hekimlerinin bir buluşu değildi. Fakat, bilimsel çalışmaları ile ruh hekimliği alanında da, çağdaşlarına göre yüksek düzeye ulaşmış Osmanlı Türk ruh hekimleri, hastaların müzikle tedavi konusunda bir hayli ileri gitmiş, İbn-i Sinâ, Râzi, Farâbi gibi Türk bilginlerinin öncülüğünü yaptığı müzikle terapi, günümüz modern tıbbına da ışık tutmuşdur.


Evliya Çelebi'ye göre "müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeteri bilgi ve deneyime sahip darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp yada yavaşladığına bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor, şikayetleri ve benzer hastalıkları bir araya getiriyor, darüşşifanın müzik ekibine haftanın belirli günlerine konserler tertipletiyordu. Evliya Çelebi, zihni açma, hafıza ve hatırları güçlendirmede İsfehan, aşırı hareketli, heyecanlı hastaları sakinleştirmede Rehavi, sıkıntılı, karamsar durgun ve neşesiz hastalarada Kuçi makamının iyi geldiğine seyyahatnamesinde belirmişti.

Felsefe, tıp, matematik, astronomi, musiki gibi bilim dallarında eserler veren İslam âlimi Yakup El Kindi'nin tüccar komşusunun oğlu birdenbire hastalanır. Hastalık, tüccarın işlerini sekteye uğratır; çünkü her işi oğlu yönetmektedir. Hastalığa çare bulunamaz. Bir arkadaşı tüccara, bu hastalığı ancak Kindi'nin tedavi edebileceğini söyler. Tüccar, komşusu Kindi'yi bilmektedir ama şimdiye kadar sürekli aleyhinde konuşmuştur. Yine de aracı vasıtasıyla ondan yardım ister, Kindi de kabul eder. Hastanın nabzını kontrol ettikten sonra musikide hünerli öğrencilerinden birkaçını çağırır. Onlara ne çalmaları gerektiğini söyler ve sürekli o musikiyi icra etmelerini ister. Dakikalar geçtikçe nabzı kuvvetlenen ve nefesi canlanan hasta bir süre sonra kımıldamaya, oturmaya ve konuşmaya başlar. Kindi, tüccara, "Oğluna ne sormak istiyorsan sor?" der. Sorular sorulup cevaplar alındıktan sonra hasta yeniden eski haline döner. Baba müzisyenlerin devam etmesini isteyince Kindi, "Hasta son gayretini gösterdi. Fazlasına imkan yok; çünkü ömrü tamamdır." diye konuşur.


Büyük islam bilgin ve filozoflarından İbn-i Sina ( 980-1037), musikinin tıpta oynadığı rolü şöyle tanımlamaktadır: "Tedavinin en iyi yollarından, en etkililerinden biri, hastanın akli ve ruhi güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, ona en iyi musikiyi dinletmek, onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir."

 

 

 

Müzikle Tedavi Bilimsel Destek

Enerjinin biçimleri vardır. Isı, ışık, ses, madde ve sanal gerçeklik, ruhsal gerçeklik. Göremediğimiz ama hissettiğimiz bazen de hissedemediğimiz enerji bantları kendi dalga boyu penceresinden beynimize girer.
İlgili duyu organı tarafından elektrik enerjisine dönüştürülür. İnsan beyninde 'müziği takdir yeteneği' olduğu, bebekler üzerinde yapılan deneylerle doğrulanmıştır. Müziği, beyinde mutluluk, neşe, elem, öfke, nefret gibi alanları tetikleyen bir enerji bandı olarak tanımlamak doğru olur.
Beyin haritalama tekniği (PET) çalışmalarında ses, ritim, melodi, vurgu ve armoninin beynin sağ yarımküresinde; frekans ve ses şiddetindeki değişmelerle birlikte müzikle ilgili düşünce kalıplarının beynin sol yarımküresine kaydedildiğini gösteriyor. Diğer taraftan korku, öfke, keyif gibi etkiler duygusal bellek ve düzenleyici olan limbik sisteme işleniyor. Müzikle çok ilgilenenlerin beyninin orta kısmında köprü görevini gören 'corpus callesum' bölgesinin fazla genişlemiş olduğu ifade ediliyor.
Müzikte duygularını harekete geçirenler, limbik sistemi konuştururlar. Müzikte düşüncelerini harekete geçirenler, öğrenirken müziksel unsurları kullanarak, sol beyinlerini de işe katar. Müzik kulağı olanlar öncelikle sağ beyinlerini iyi kullanır.



müziğin tedavi gücü





Buddha - Picasso

                  
Zihin herşeydir. Ne düşünürseniz, o olursunuz. Buddha








Hayal ettiğiniz herşey gerçektir. Picasso                                                                                 
                                                                                                                             

 

23 Ekim 2011 Pazar

Port kateter nedir?

Göğüs üst kısmına cilt altı yerleştirilen bir ucu ana toplar damar diğer ucu cilt altında olan ve buradan ilaç uygulamalarına imkan veren suni damardır.
Port kateter avantajları nelerdir? 
Kanser hastalarında kemoterapi uygulamalarında damar yolu bulması  zor olabilir. Port kateter takıldığı zaman ise her seferinde damar yolu aranmasına gerek kalmadan suni damara ilaç verilir. Ayrıca en önemli takılma nedeni uzun süre verilmesi gereken serumların (örnek: 48 saat boyunca verilecek ilaçlar gibi) hastanın hastaneye yatmadan port kateter (suni damar) ve buna bağlanan küçük bir pompa (infuzör) aracılığı ile verilebilmesidir. Aksi takdirde bu tedavilerin verilebilmesi için her seferinde hastanın hastaneye yatırılması gerekir. Oysa ülkemiz koşullarında boş yatağın gerekli olduğu zamanda olamaması, tedavinin gecikmesine; yada uygun zamanda yatsa bile her seferinde hastane ortamında geçirilen bir tedavi sürecine yol açacağından ideal olmayacaktır.
Port kateter takılması riski varmıdır? Takılırken en önemli risk suni damarın ucunun akciğere zarar vererek akciğerde sönme yapabilmesidir. Bu sönme su altı tüpü denilen bir vakum sistemi ile birkaç günde tedavi edilebilir. Ancak tecrübeli bir hekim tarafından port kateter takılmasında akciğer zedelenmesi oldukça nadirdir.
Bir diğer risk ise enfeksiyon olup gerekli temizlik ve bakımla nadir görülür.
Port kateter bakımı nasıl yapılır?
Port kateter ilk takılması ve pansumanı sonrasında ayrıca sürekli bir pansumana gerek yoktur. Zaten cilt dışında var olan bir sistem değildir. Dolayısı ile pansumana ihtiyaç olmaz. Sadece port içerisindeki kanın pıhtılaşıp portu tıkamaması için periodik olarak kan sulandırıcı ilaç ile yıkanması yeterlidir.
Port kateter ne kadar kalabilir?
Eğer port ile ilgili bir sorun yok ise yıllar boyu kalmasında sakınca yoktur.
Herkesin taktırması gerekirmi?
Eğer damar yolu bulunamıyorsa mutlaka, uzun süreli ( örnek: 48 saatlik tedavi) tedavi alması gerekiyorsa bu tedaviyi hastaneye yatmadan alabilmesi için port kateter takılması uygun olur.

Tıklayınız.http://gungorutkan.com/sayfa1.asp?id=734 adresinden alıntıdır.

20 Ekim 2011 Perşembe

HAYAT BİR HEDİYE





VE KIYMETİNİ BİLMEZSENİZ SİZE GÜCENEBİLİR...
ASLINDA HER GÜN BİR HEDİYE, ALDIĞIMIZ HER NEFES, ATTIĞIMIZ HER ADIM, DÜŞÜNEBİLDİĞİMİZ HER AN.

İÇİNİZDEKİ HER ZERRE SEVGİYİ DIŞARIYA VERİN.

SARIN SARMALAYIN HAYATI, DOSTLARI, ARKADAŞLARI, İNSANLARI, HAYVANLARI, ÇİÇEKLERİ, OTLARI.
KOKLAYIN HAVAYI VE GÜLÜMSEYİN.

GÜÇ SEVGİDEN GELİYOR İNANIN BANA. GÜCÜNÜZE GÜÇ KATAN HERŞEYE 'EVET' DEYİN BİR AN BİLE DÜŞÜNMEDEN.

HAYALLERİNİZDEN SAKIN VAZGEÇMEYİN VE
KENDİNİZE GERÇEKTEN İYİ BAKIN...

18 Ekim 2011 Salı

Onur'umuzu savunuyoruz - Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu halk sağlığını ve doğayı hiçe sayamadığı için hala sorgulanıyor... söyleyecek sözü olan var mı?

Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, sanayi yatırımlarının yoğun olduğu Kocaeli'nin Dilovası ve Kandıra ilçelerinde hava kirliliği ve biyolojik materyallerle ilgili bir araştırma yaptı.

Araştırma sonuçları Kocaeli ve özellikle de Dilovası bölgesi ve bölge halkı için ciddi bir uyarı niteliğindeydi.

Elini taşın altına koydu Hamzaoğlu. "Bu durum böyle süremez" dedi. "Birileri daha çok kazansın diye insan sağlığı da, doğa da tehlikeye atılamaz. Bu duruma hep beraber bir çözüm bulmamız gerekiyor". 
Bunları söyler söylemez de bir anda hedef adam haline geldi. Kocaeli'de kapasite artışına neden olacak "yeni yatırım"ların yapılmakta olduğu bir dönemde "birilerinin tekerine çomak sokmuştu" çünkü.

25 yıllık hekim, 20 yıldır halk sağlığı alanına çok değerli çalışmalar vermiş, 2001'den bu yana da Kocaeli'nde bu çalışmalarını sürdüren Hamzaoğlu, şimdi hem bölgenin ve bölge insanının sağlığını ve geleceğini riske atan tablonun önünü almak için uğraşıyor, bir yandan da kendisine yönelen saldırılarla mücadele ediyor. 


http://www.bianet.org/biamag/bilim/131146-dilovasinda-kirlilik-var-aksi-ispatlanana-kadar-bu-dogrudur sayfasından alıntıdır.

13 Ekim 2011 Perşembe

Yeni hayatıma doğru pupa yelken 5 - Tedavi bitti

Hiç bir şey aynı değil ama çok daha güzel. 

Sanki başka gözlerim, başka kulaklarım, başka kollarım, bacaklarım varmışta... ıskartaya verilmiş.

Tedavi süreci bittiğinden bu yana sanki başka bir 'şey' çıktı sağımdan solumdan, içimden, dışımdan... Çok tanıdık ama kullanılmayan.

Göremediğim ne kadar çok şey varmış hayata dair, duyamadığım bir sürü ses, hissetmekten ürktüğüm ne kadar çok acı birikmiş sol yanımda. 

Meğer gerçekten büyümüşüm artık.

Hani göz kamaştıracak kadar güzel ve yumuşak dokunur ya bazı şeyler insana, işte öyle... 

Seyre daldım hayatımı ama yenisini. 


  

   
   

9 Ekim 2011 Pazar

Dünya Kanser Bildirgesi

Aşağıda vermiş olduğum bağlantıda okumanızı tavsiye ettiğim bir yazı var. Ne kadar çok okunursa, belki o kadar çok insan kendi ülkesi için iyi bir şeyler yapmaya karar verir ve insanların 'kanser ve tedavisi' hakkında bilinçlenmesine katkı sağlar.   
Okumak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Lösemili Çocuklar Rehabilitasyon Merkezi 9 Ekim 2011 Pazar günü açılıyor...

Pazar günü buluşuyoruz, açılış törenimiz var... 
Paylaşmanın verdiği mutluluğun kapısını açıyoruz. 

 


Sevgili Gönül Dostumuz,

Sizlerin de bildiğiniz gibi, lösemili çocuklarımızın anneleri rehabilite amaçlı DÜKKAN markalı ürünlerimizi üretmekte ve çocuklarının tedavilerine katkıda bulunmaktadırlar. Tedavi sürecinde en çok yıpranan taraf olan annelerimiz, kadınlarımız, üretime dahil edilerek, hayata farklı bir vizyondan mutlulukla bakabilme fırsatını da yakalamaktadırlar. (Ürünlerimiz hakkında daha fazla bilgi için lütfen www.ispanak.com.tr adresini ziyaret ediniz. )

9 Ekim 2011 saat 12:00’da,  Şişli Belediyesi’nin destekleriyle Lösemili Çocuklar Rehabilitasyon Merkezi ile Ispanak Üretim ve Sergi Evimizi açıyoruz. Vakıf Başkanımız Sayın Üstün Ezer ile Şişli Belediye Başkanı Sayın Mustafa Sarıgül’ün de katılacağı bu anlamlı açılışta sizleri de görmek bizi onurlandıracaktır. Davetiyemizi sevdiklerinizle de paylaşabilirseniz çok seviniriz. Ekte açılış davetiyemizi görebilirsiniz.

Sevgi ve saygılarımızla, 

Şivenaz ÜLKÜ
Basın ve Halkla İlişkiler

27 Eylül 2011 Salı

Sizde hangi makam?

Sol anahtarı ile başlıyordu hepsi. 

Keman ve yayın aşkını anlamıyordu onlar.

Biz poyraz çalarken, onlar hep lodosa razı. Bir terslik var dedik bu işte, bıraktık yüreklice. 

Olduğu yerde. 


'Olması gerekler', 'Öyle lazımlar' büyük bir yalandı, bıraktık. 

Yalanlar, insanın kendini kandırmasına yetiyordu belki ama fırtınanın sesi kulaklarında uğuldarken, bir yere kadardı. 

Oraya kadar.

Korkularımızın duvarları vardı yıkılıyordu birer birer, sonunda kendimize varıyorduk... 

Hayat kendi makamında söylüyordu, biz kendi makamımızda. 

Sen duydun, ben duydum.

'Ben sana mecburumlar' vardı bizim yüreğimizde. Limanlar sığınak olmuştu da, geçici sevdalar bize göre değildi ki...

Biliyorduk.

Kıyamet kopuyordu buralarda, oralarda hep hicaz, bizde nihavent... 

Onlar kavuşunca aşk sanıyordu, biz vuslata dair şiirler yazıyorduk.

Vuslat gelince aşk gidiverirdi. . .

Söze lüzum görmeyenleri sevdik biz. 

Güneşin doğuşunu selamlayanları, telaşsız hayatları, yalnız geceleri, bir de mucizelere gülümseyenleri sevdik.

('KİTAP' adlı projemden alıntıdır. Her hakkı saklıdır © 2007-19 Haziran  tarihli yazımdır.)

23 Eylül 2011 Cuma

Vay vay vay...

  Sezen'e ait, Sezen'den bir güzellik daha... 

  http://www.youtube.com/watch?v=YchU2cCICfU  
  

19 Eylül 2011 Pazartesi

Yaprak dökümü...

Doğa renklerini değiştirmeye başladı... 
Bütün bahçeye yayılmış kökleriyle ayakta duran kestane ağacı sararmaya başladı. Öylesine görkemli bir duruşu var ki... bu sonbahar yine...  selam durarak uğurluyor eskilerini. 



Filizlenmeyi, yeniden yeşillenmeyi özleyerek bir kış daha geçirecek. 

Yaprak hışırtısı... 
Dalga sesi...
Rüzgar uğultusu...
Yağmur kokusu...
Toprak rengi...

Eğer kendimize izin verirsek, doğa bize herşeyi anlatıyor... Doğada ne oluyorsa bizim hayatlarımızda da o oluyor... Her mevsim bizde renk değiştiryoruz, yön değiştiriyoruz, huy değiştiriyoruz, yer değiştiriyoruz, bakış açısı değiştiriyoruz... 

Sonbaharda sincaplar kışlık yiyecekleri için  palamut saklamaya başlarken, bizde domatesten salça yapıp saklamaya başlıyoruz. 

Doğayı izleyin, koklayın, duyun... 'O' na dokunun, hissedin... Bize sunduğu mucizelerin tadına bakın...

"Doğaya derinden bakın, o zaman herşeyi daha iyi anlayacaksınız." 
- Albert Einstein -

15 Eylül 2011 Perşembe

Bağışıklık sistemimizi nasıl güçlendiririz?

Bağışıklık sistemi nedir? 
Vücudumuzun içinde bağışıklık sistemi adı verilen şaşırtıcı ve bir o kadar da ilginç savunma mekanizması vardır. Bağışıklık sistemi insanoğlunu "mikrop" diye tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virus, bakteri, mantar ve parazit gibi mikrororganizmaların zarar verici etkilerine karşı korur.

İnsan vücudu çevresinde bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir. Sağlıklı bir vücut; karşılaştığı hastalık etkenleriyle ve yabancı maddelerle çoğunlukla "çaktırmadan" başeder. Mikroplarla başedemediğimiz durumlarda da "hasta" oluruz.

Bağışıklık sisteminin görevi de; öncelikle bu organizmaların vücuda girmelerini engellemek veya girer ise vücuda girdikleri yerde yutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektir. Bağışıklık sistemi bu görevlerini, yaşam süresi boyunca sürdürür ancak bazı koşullarda bağışıklık sistemi zayıflar. 

Alıntı ve referanslar: (www.bagisiklik.com)
Prof. Dr. Yıldız Camcıoğlu
Prof. Dr. Günur Deniz
Temel İmmunoloji 2007; 1.Baskı

Vücudun bağışıklık sistemi nasıl güçlendirilir? 
Bu sorunun cevabını bulmak için bir çok yerli ve yabancı kaynaklardan okuduğum yayınlar oldu. Hepsinin ortak noktalarını burada sizlere aktarmak istedim. Aslında aşağıda belirteceğim bu noktaları hepimiz biliyoruz belki ama günlük telaşların ve düzenin içinde unutuyor ya da önemsemiyoruz. Ta ki 'hasta' oluncaya kadar...  

  • Spor yapmaya özen göstererek ( haftada 5-6 gün düzenli yapılan 30 dakikalık yürüyüş)
  • Sağlıklı bir yaşam tarzı ile ( iyi beslenme - iyi uyku - haraket - aktif sosyal hayat - aile ve arkadaşlar) 
  • Sağlıklı beslenerek (mevsiminde bol sebze ve meyve tüketmek - et yerine balık tercih etmek - şeker ve un kullanmamak - dengeli tuz tüketmek - bol kuru baklagil (fasulye/nohut/mercimek)  tüketmek - sarımısak ve soğanı yiyeceklere katarak)  
  • Düzenli uyku ile  (İyi bir uyku için melisa çayı önerebilirim)
  • Kişisel bakım ve temizliğin sağlıklı olmakla çok yakından ilgili olduğunu bilerek,
  • Yaşadığımız ortamın temizliğine dikkat ederek,
  • Gülümseyerek, severek, paylaşarak, sevdiklerimize daha çok zaman ayırarak, ilgi duyduğumuz herhangi bir konuda kendimizi meşgul ederek (uğraş edinerek), sıkıntılı ortamlardan mümkün olduğunca uzak kalarak, insan hayatına bir şekilde katkıda bulunarak, doğa ile ilgilenerek (bahçe işleri yaparak, çiçek yetiştirerek...)
  • Yaşantımız içindeki herşeyin ve tüm canlıların kıymetini bilerek, 'hayat' a saygı duyarak ve çok ama çok severek...



12 Eylül 2011 Pazartesi

Bütün hayallerimiz gerçek olabilir, eğer onları ikna edecek cesaretimiz varsa...

Bu yazımın başlığı, hayatı boyunca yaratmayı,eğlendirmeyi ve öğretmeyi sevmiş birine ait. 
Walt Disney. 
'Bütün hayallerimiz gerçek olabilir, eğer onları ikna edecek cesaretimiz varsa...' 




Acaba bizde tavan arasında sakladığımız bütün sihirli lambalarımızı çıkarsak, hayallerimizi gerçekleştirmeye  yinede cesaret edemez miyiz?  
Ne dersiniz? 



7 Eylül 2011 Çarşamba

Yeni hayatıma doğru pupa yelken 4 - Günebakanlar gibi

Bu yolculuğa çıktığımdan bu yana, günebakanlar gibi hep güne döndürdüm başımı... 
Ameliyatımdan hemen sonra koyulan tanı ve ardında ki tedavi süreci uzun bir yolculuğun başıydı. Elbette kolay başlamadı bu yolculuk ama yepyeni bir hayat bahşetti bana... 
Hayran olduğum günebakan tarlalarında, çiçeklerin başlarını güneşe çevirmelerini izledim, mucize gibi! Saygıyla ve büyük bir aşkla eğiliyorum 'hayat'ın karşısında. 
'Hayat' bazen toprak oluyor, bazen rüzgar, bazen de su ya da ateş. 
Yolda 650 yaşında bir Çınar gördüğümüzde veya poyraz yüreğimize vurduğunda, tam da o anda, en az 85 yaşında gözüken bir dede gülümseyerek bize sıcak bir bardak çay uzattığında, içimizin titremesi ondan...

4 Eylül 2011 Pazar

3 Eylül 2011 Cumartesi

Farkına varmadan vazgeçtiklerimiz - Emre Özgüder


Döndüğümde akşam eve doluyordu, o da zaten şimdi benimle gelmişti. Gün boyu evde hiçbir şey olmamıştı, gün evden geçmemişti. İnsan yoksa gün de yok. Galiba uzun zamandır evi bu kadar somut haliyle ilk defa görüyordum. Sadece bir ev olarak, gerekli gereksiz mobilyaların, eşyaların topluca ve sözde bir düzende durdukları, giriş çıkışı kontrol altına alınmış, tuğla veya benzeri malzemelerden oluşan geometrik bir hacim olarak gördüm evi. Bu haliyle pek ev denebilecek bir durumu da yoktu zaten. Hâlbuki evi genellikle ailenin bir parçası ve neredeyse bir canlı gibi algılamışımdır. Bu hali üzüntü verici; ama her yıl yazın böyle bir dönem oluyor. Benim parayla satılan gereksinimleri yerine getirebilmek için çalışmam gereken ve bu nedenle tatil programının iyi ihtimalle bir bölümüne katılamadığım bir dönem oluyor. Her defasında da aynı duygulara kapılmaktan kendimi alamıyorum. Bilmiyorum, sanki evde gün boyu yaşananlar duvarlara, kumaşlara siniyor ve akşamına hala sezilebilir mi oluyorlar ki, gündüz kimsenin olmadığı bir eve akşam girmenin böyle bir boşluğu oluyor.  Galiba sadece o kadar da değil, akşam girdiğim evin boş olması bu duyguyu daha da arttırıyor. Mutluluğun bile parayla satın alınabileceğine dair kanının son derece yaygın olduğu şimdiki zamanda, galiba parayla satın alınamayacak kalan az şeyden biri bu. Bir yaşamı ve evi paylaşıyor olmak. Ve böyle bakıldığında da, parayla çözülebilecek her tür günlük sorun, kabarmış parke, çizilmiş cila, nedense artık eski moda görünen bir eşya, sorun olmaktan çıkıp bütünüyle anlamsızlaşıyor. Eşyalar satılırken güzel değiller. Marka ve etiketleri ne olursa olsun, onlar satılırken güzel değiller, hiçbir anlamları da yok. Sadece akıllı tasarımcıların ve pazarlamacıların kattıkları kurnaz ama sahte vaatlerle parlatılmış durumdalar. Onu güzel bulan da, başarılı olabilirse güzel yapan da insanın, kullanıcının ta kendisi.  Fark ediliyor bazen, gördüğünüz bir mobilya sanki hala mağazada duruyormuşçasına cansız olabiliyor onu gördüğünüz yerde. Ya da tam tersi, bildiğiniz bir eşya gördüğünüz yerde çok da mutlu ve güzel olabiliyor. Yaygın bir yanılgıda bu tür sahneleri kopyalamaya çalışmakla ilgilidir. Orada hikâye, resmi çekilebilir olanda değil, kopyalanamaz olan kullanıcının toplam yaşam görgüsündedir. Aç gözlülükle kandığımız satış kompozisyonlarındaki hile de buradadır. Çalışmaktan ve para kazanmaktan, ticaret yapmaktan, bir kitap bile okumaya gücü de zamanı da kalmayanlara sehpaları üstünde yığılmış kitaplarla pazarlamak en kolayıdır. O sehpa, evde kuru haliyle kalmasın diye süslendiği dergiler yenilenmediği sürece de bu defa zamanla dişçi bekleme salonuna yakışır bir hale gelerek kullanıcısını yine mutsuz eder. Hayattan bu dekorları ayıklamak gerekiyor. Bu anlamda gerçekten dürüst olmak gerekiyor. Eşyaların hayatta yerleri olabilmeleri için şık veya markalı veya moda olmaları hiç gerekmiyor. Her zaman hatırladığımız büfenin camlı kapağının menteşesinin ve camının usulca açılırken çıkardığı ses oluyor. Büyükannenizin akide şekerlerini hatırlıyorsunuz, onları nasıl yine de gizlice ve ses çıkarmadan kapağı açıp aldığınızı hatırlıyorsunuz. Büfenin ne rengi, ne meşe mi, ceviz mi olduğu, o hatırladığınız ve tekrar tekrar yaşadığınız duygu toplamında kendine hiçbir zaman yer bulamıyor.
Eve döndüğümde her zaman üstünde boya kalemlerinin, bir iki oyuncak, birkaç yeni yapılmış resimle görmeye alışık olduğum sehpayı bomboş görmek, yani sehpayı olduğu kadarıyla görmek beni şaşırtıyor. Bunu sehpayı alırken de düşündüğümü hatırlıyorum. Gerçekten belli bir en, boy, yükseklik dışında hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını düşünmüştüm; çünkü geri kalanını sağlayacak olan kızımdı. Beraber üretildiği binlerce benzerinden onu farklı kılacak olan buydu, bu yüzden gerçekten başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktu. Zannettiğimiz gibi kolay temizlenebilir olması bile gerekmiyordu. Üstünde oluşan izlere kir demek yanlış olur. Sehpanın o hali bütün bir günü anlatıyor ve temizken ve boşken o sadece bir sehpa. Ve normalde görmeye alışık olduğum hali de kopyalanabilir, tekrarlanabilir bir şey değil. Parayla satın alınabilir bir şey de değil.
Belki asıl çözülmesi gereken, para kazanmaya çalışırken farkında olmadan vazgeçtiklerimizi, parayla yerine koyabileceğimiz konusundaki son derece boş umudumuz. En hızlı vazgeçmemiz gereken galiba bu. İçinde bulunduğumuz sistem her ne kadar bu konuda çok hevesli değilse de, en azından gücümüz yettiğince bu konuda ısrarlı olmakta yine de yarar var.   
Bu yazı İç Mimar Emre Özgüder'e aittir. Burada yayımlanmasına izin verdiği için kendisine çok teşekkür ederim. 

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Kırmızı (mor) erik ve kızılcık üzerine kısa bir not

Kırmızı (mor) erik: Bol B vitamini ve magnezyum/potasyum içerir. Aynı zamanda bağırsakların düzenli çalışmasına yardımcıdır.
Meyve ve sebzeler renkleri koyulaştıkça antioksidan değerleri artıyor.

Kızılcık: Diğer tüm koyu renkli meyvalar gibi (çilek - böğürtlen - ahududu - siyah üzüm - kara dut- kırmızı erik - mürdüm eriği...) çok faydalıdır. Ağustos ayından Ekim ayına kadar bol miktarda tüketebilirsiniz. 
Kızılcıkta bol miktarda flavanoid (izoflavon), karotinoid ve müthiş bir antioksidan olan melatonin bulunur.



25 Ağustos 2011 Perşembe

Baktığın ne? Nerden bakıyorsun? Ne görüyor ruhun? 'Şimdi'lik gözlerini bırakırmısın bir kenara?

...that nothing is ever as bleak as it looks. Everything, in fact, is a blessing.


I know, I know... that is sometimes very hard to believe. How can a suddden, calamitous event in one's life be a blessing? It takes a longer view, I know, to see this wonderful truth. Even a diagnosis of a terminal illness could be seen as another gift from life when experienced from a particular perspective.

It is an opportunity for us to express once again, at the next highest level, Who We Really Are. And, if it turns out that, at the Soul level, we have indeed decided to leave our present physicality in this particular way and time, that, too, would be an expression of our Highest Self. And so, all "calamities" are blessings, not yet understood by the Mind. God knew this was a good day for you to hear this...

N.Donald Walsh