Döndüğümde akşam eve doluyordu, o da zaten şimdi benimle gelmişti. Gün boyu evde hiçbir şey olmamıştı, gün evden geçmemişti. İnsan yoksa gün de yok. Galiba uzun zamandır evi bu kadar somut haliyle ilk defa görüyordum. Sadece bir ev olarak, gerekli gereksiz mobilyaların, eşyaların topluca ve sözde bir düzende durdukları, giriş çıkışı kontrol altına alınmış, tuğla veya benzeri malzemelerden oluşan geometrik bir hacim olarak gördüm evi. Bu haliyle pek ev denebilecek bir durumu da yoktu zaten. Hâlbuki evi genellikle ailenin bir parçası ve neredeyse bir canlı gibi algılamışımdır. Bu hali üzüntü verici; ama her yıl yazın böyle bir dönem oluyor. Benim parayla satılan gereksinimleri yerine getirebilmek için çalışmam gereken ve bu nedenle tatil programının iyi ihtimalle bir bölümüne katılamadığım bir dönem oluyor. Her defasında da aynı duygulara kapılmaktan kendimi alamıyorum. Bilmiyorum, sanki evde gün boyu yaşananlar duvarlara, kumaşlara siniyor ve akşamına hala sezilebilir mi oluyorlar ki, gündüz kimsenin olmadığı bir eve akşam girmenin böyle bir boşluğu oluyor. Galiba sadece o kadar da değil, akşam girdiğim evin boş olması bu duyguyu daha da arttırıyor. Mutluluğun bile parayla satın alınabileceğine dair kanının son derece yaygın olduğu şimdiki zamanda, galiba parayla satın alınamayacak kalan az şeyden biri bu. Bir yaşamı ve evi paylaşıyor olmak. Ve böyle bakıldığında da, parayla çözülebilecek her tür günlük sorun, kabarmış parke, çizilmiş cila, nedense artık eski moda görünen bir eşya, sorun olmaktan çıkıp bütünüyle anlamsızlaşıyor. Eşyalar satılırken güzel değiller. Marka ve etiketleri ne olursa olsun, onlar satılırken güzel değiller, hiçbir anlamları da yok. Sadece akıllı tasarımcıların ve pazarlamacıların kattıkları kurnaz ama sahte vaatlerle parlatılmış durumdalar. Onu güzel bulan da, başarılı olabilirse güzel yapan da insanın, kullanıcının ta kendisi. Fark ediliyor bazen, gördüğünüz bir mobilya sanki hala mağazada duruyormuşçasına cansız olabiliyor onu gördüğünüz yerde. Ya da tam tersi, bildiğiniz bir eşya gördüğünüz yerde çok da mutlu ve güzel olabiliyor. Yaygın bir yanılgıda bu tür sahneleri kopyalamaya çalışmakla ilgilidir. Orada hikâye, resmi çekilebilir olanda değil, kopyalanamaz olan kullanıcının toplam yaşam görgüsündedir. Aç gözlülükle kandığımız satış kompozisyonlarındaki hile de buradadır. Çalışmaktan ve para kazanmaktan, ticaret yapmaktan, bir kitap bile okumaya gücü de zamanı da kalmayanlara sehpaları üstünde yığılmış kitaplarla pazarlamak en kolayıdır. O sehpa, evde kuru haliyle kalmasın diye süslendiği dergiler yenilenmediği sürece de bu defa zamanla dişçi bekleme salonuna yakışır bir hale gelerek kullanıcısını yine mutsuz eder. Hayattan bu dekorları ayıklamak gerekiyor. Bu anlamda gerçekten dürüst olmak gerekiyor. Eşyaların hayatta yerleri olabilmeleri için şık veya markalı veya moda olmaları hiç gerekmiyor. Her zaman hatırladığımız büfenin camlı kapağının menteşesinin ve camının usulca açılırken çıkardığı ses oluyor. Büyükannenizin akide şekerlerini hatırlıyorsunuz, onları nasıl yine de gizlice ve ses çıkarmadan kapağı açıp aldığınızı hatırlıyorsunuz. Büfenin ne rengi, ne meşe mi, ceviz mi olduğu, o hatırladığınız ve tekrar tekrar yaşadığınız duygu toplamında kendine hiçbir zaman yer bulamıyor.
Eve döndüğümde her zaman üstünde boya kalemlerinin, bir iki oyuncak, birkaç yeni yapılmış resimle görmeye alışık olduğum sehpayı bomboş görmek, yani sehpayı olduğu kadarıyla görmek beni şaşırtıyor. Bunu sehpayı alırken de düşündüğümü hatırlıyorum. Gerçekten belli bir en, boy, yükseklik dışında hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını düşünmüştüm; çünkü geri kalanını sağlayacak olan kızımdı. Beraber üretildiği binlerce benzerinden onu farklı kılacak olan buydu, bu yüzden gerçekten başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktu. Zannettiğimiz gibi kolay temizlenebilir olması bile gerekmiyordu. Üstünde oluşan izlere kir demek yanlış olur. Sehpanın o hali bütün bir günü anlatıyor ve temizken ve boşken o sadece bir sehpa. Ve normalde görmeye alışık olduğum hali de kopyalanabilir, tekrarlanabilir bir şey değil. Parayla satın alınabilir bir şey de değil.
Belki asıl çözülmesi gereken, para kazanmaya çalışırken farkında olmadan vazgeçtiklerimizi, parayla yerine koyabileceğimiz konusundaki son derece boş umudumuz. En hızlı vazgeçmemiz gereken galiba bu. İçinde bulunduğumuz sistem her ne kadar bu konuda çok hevesli değilse de, en azından gücümüz yettiğince bu konuda ısrarlı olmakta yine de yarar var.
Bu yazıyı da tesadüfen gördüm. Sayın Emre Özgüder in 3 yıl önce yine bir yazısını görüp, (evim/2009-ekim) daha doğrusu etkilenip duygularımı aktarmak istemiştim. Ama çekincelerimden türlü gönderem emiştim. Bu sabah kızlarım hazır yokken ve bilgisayar bana kalmışken vs.lere baktım 3 yıl önce yazıp göndermediğim yazımı gördüm ve içimi yine bir köz kapladı dayanamadım artık göndermek istiyordum. e-posta adresini vb. şeylere araştırırken yine tesadüfen içime dokunan anlatıların olduğu yukarıdaki yazıyı gördüm. hele "Üstünde oluşan izlere kir demek yanlış olur." cümlesi... Ben ki doğduğum ve şimdilerde yorgunluktan bakımsızlıktan yıkın beni artık dercesine rüyalarıma giren o eski rum evinden (125yıllık) kilometrelerce uzaktayım. Ama yağmur yağdığında hele ki uyurken düşlerime girerse kahrolurum... Neyse "Farkına varmadan vazgeçtiklerimiz" yazısı bana çok şey hatırlattı bir an önce gönderiyi iletmem lazım çok zaman geçti ama gönderemediğimm o yazıyı da görmeye dayanamıyorum, ya yine karşıma çıkarsa,
YanıtlaSil